Hüküm Dergisi 8. Sayı, Makaleler, Yusuf KAPLAN

ÜÇÜNCÜ MEDENİYET DALGASI: İSLÂM BAHARINA DOĞRU…

Tarihî zamanlardan geçiyoruz: İnsanlık tarihinin yeniden teşekkül ettiği küre ölçekli bunalım zamanlarından…

Büyük kriz zamanları, büyük doğumlara gebedir. Özelde bütün büyük düşünce, sanat ve ilim atılımları, genelde medeniyet dalgaları, çok daha genelde ise bütün bunların hepsinin dölyatağı, anakaynağı büyük dînî doğumlar, hep büyük kriz zamanlarının çocuğudur…

Cezayirli müslüman düşünür Malik bin Nebi, “tarihin belli dönüm noktalarında, bir toplum hangi bilanço ile yeni bir safhaya girdiğini bilmek mecburiyetindedir” der. Malik bin Nebi’nin toplum olarak konumladığı özneyi bir medeniyet ya da bir medeniyetin varisi ve temsilcisi toplumlar olarak da düşünebiliriz.

Bu yazıda, medeniyet perspektifi çerçevesinde hem dünyamızın, hem de İslâm dünyasının bilançosunu çıkarmak ve bu bilançodan sonra, dünyanın içinden geçtiği köklü medeniyet buhranının neden İslâm’ın geliştireceği üçüncü medeniyet hamlesiyle aşılabileceğini -yazının elverdiği sınırlar ölçüsünde- göstermek istiyorum.

Müslümanların İki Medeniyet Bunalımı

Bugün yaşayan, kendi dinamiklerini, anlam haritalarını, anlamlandırma pratiklerini yeniden üreten bir İslâm medeniyetinin varlığından sözetmemiz pek mümkün değil. Köklü, sarsıcı ama aynı zamanda köklülüğüyle, sarsıcılığıyla orantılı olarak da bir hayli öğretici bir medeniyet buhranı yaşıyoruz. Son iki asırdan bu yana yaşadığımız bu medeniyet buhranı, Müslümanların karşı karşıya kaldığı ikinci büyük medeniyet buhranı.

Birinci medeniyet buhranı, İslâm medeniyetinin doğu cephesinde Moğol istilâsıyla, Batı cephesinde ise Endülüs’ün Katolik Avrupa tarafından çökertilmesiyle yaşandı.

Bu buhran, İslâm dünyasını perişan etmiştir ama Osmanlı tecrübesiyle birlikte aşılmıştır. Öncelikli olarak siyasî bir mahiyet arzeden bu buhranın Osmanlı tecrübesiyle aşılmasının, hâlen bugün de etkileri ve katkılarını sürdüğünü söyleyebileceğimiz büyük sonuçları olmuştur.

Her şeyden önce, büyük ölçüde Gazâlî ve Sünnî tasavvuf geleneği üzerine kurulan Osmanlı siyaset, toplum ve hukuk / adalet düzeni, İslâm dünyasındaki hem akîdevî, hem fikrî, hem de siyasî bakımdan tahripkâr akımların yavaş yavaş yok olmasına ve Osmanlıların Sünnî fikir, fıkıh, tasavvuf ve toplum tasavvurunu İslâm dünyasının kurucu ve koruyucu ana motoru ve motoriği katına yükseltmelerine imkân tanımıştır.

Böylelikle İslâm dünyasında ehl-i Sünnet akîdesi ve fikriyatı, İslâm dünyasının siyasî, sosyal ve ekonomik bakımdan bütünleşmesini, sarsılmaz bir birlik oluşturmasını mümkün kılan yegâne kurucu irade konumuna yükselmiştir.

Osmanlı’nın geliştirdiği İslâm’ın bu ikinci medeniyet hamlesinin ve dalgasının en önemli ikinci büyük sonucu ise, Batılıların bütün kıtaları sömürgeleştirme ve bütün medeniyetleri tarihten silme harekâtı başlattıkları bir zaman diliminde modern tarihte sadece İslâm medeniyetinin Batı’dan gelen bu yıkıcı ve yok edici meydan okumaya direnme iradesi ve gücü ortaya koyması, dolayısıyla İslâm medeniyetinin 20. yüzyılın başlarına kadar en azından siyasî birliğini ve bütünlüğünü koruyabilmesi olmuştur.

Batı Uygarlığının Derin Fikri Bunalımı

Batı uygarlığı, Karşı-Aydınlanma veya Romantizm Çağı olarak adlandırılan 19. yüzyıldan bu yana, adına bizzat Batılı düşünürlerce “bunalımlar çağı” (the ages of crises) denen büyük bir bunalım yaşıyor bir buçuk asırdır.

Bu bunalıma ilk kez derinlikli bir dille Husserl dikkat çekmiş; Nietzshce, Avrupa’nın hasta olduğunu, kangrenin bütün vücudu kapladığını, bütün insanlığı çölün eşiğine getirip bıraktığını yeni-bir-İsa havasıyla haykırmış; Bergson, Wittgenstein ve Heidegger çerçeveler ve çareler bulmaya çalışmış; Marcel’den Kierkegaard’a, Sartre’dan Camus’ye kadar bütün varoluşçu filozoflar; Adorno’dan Horkheimer’a ve Marcuse’e kadar birinci ve ikinci kuşak Frankfurt Okulu’nun “eleştirel sosyal teoriysen”leri ağıtlar yakmış; Spengler, Dawson, Toynbee, Sorokin, Danilvsky, Berdyaev gibi tarih felsefecileri alternatifler önermiş; empresyonistlerden ekspresyonistlere, dadacılardan kübistlere, sürrealistlerden soyut ressamlara ve modernist roman, tiyatro, müzik ve film sanatçılarına kadar sözgelişi Monet, Kandinsky, Picasso, Dali, Proust, Joyce, Kafka, Dosto, Ionesco, Beckett, Tarkovsky, Bergman, Fellini, Bunuel, Wagner, Mahler, Goethe, Rimbaud, Valery, Apollanire, Blake, Pound, Eliot gibi büyük sanatçı, müzisyen, sinemacı, şair ve yazarlar “cenaze marşları” bestelemiştir.

Derrida, Foucault, Baudrillard, Delillo, Burroughs, Huxley, David Lynch, David Crononberg, Tarantino gibi postmodern düşünürlere ve sanatçılara ise “cenaze levazımatçılığı” yapma işi düşmüştür!

Bütün bu Frenk yazarları, düşünürleri ve sanatçıları “yeşillik olsun” diye sıralamadım elbette ki. Yaklaşık 200 yıllık Batı düşüncesinin nasıl büyük bir felsefî kriz yaşadığını çağdaş Batı düşüncesinin bütün öndegelen büyük düşünür, sanatçı ve yazarları sesleri çıktığı, güçleri yettiği kadar haykırmaktan geri durmamışlardır. Ben sadece vaziyete isimler ve akımlar üzerinden dikkat çekmekle yetiniyorum.

Söylemek istediğim şu: Batı uygarlığı bütün dünyaya “hâkim” oldu ama büyük bir ontoloji / varoluş krizinin eşiğinden geçiyor ve kendi yaşadığı bunalımı, bütün dünyaya taşıyarak küreselleştiriyor. Bir yandan pazusunu göstererek, öte yandan da kültür, medya ve eğlence endüstrilerinin bütün insanlığı insanlığın yaşadığı büyük trajedilere karşı duyarsızlaştıracak, yabancılaştıracak ayartıcı, baştan çıkarıcı sahte kutsalları ve aptallaştırıcı dili ve dünyası yoluyla insan türünü ve dünyayı yok olmanın eşiğine sürükleyebilecek çaptaki bunalımını örtebileceğini ve böylelikle dünya üzerindeki haksız, zorba, ikiyüzlü sekülerkapitalist hegemonyasını sürdürebileceğini zannediyor.

İslam’ın Yeniden Tarih’e Girişi

Batı uygarlığının bütün insanlığı eşiğine sürüklediği büyük varoluşsal buhranın önünde sadece İslâm’ın durabileceğini Batılılar, Müslüman toplumlardan çok daha iyi biliyorlar.

Japonya’nın, Çin’in, Hindistan’ın, Rusya’nın ve Brezilya’nın hızla seküler-kapitalist sistem tarafından uyuşturulup yutulduğunu ama İslâm dünyasının İslâm’dan vazgeçirilemediğini, koparılamadığını, Batı uygarlığının seküler-kapitalist saldırısına sadece İslâm’ı bir bütün olarak hayata ve harekete geçirebilecek Müslüman dünyanın -tıpkı dün olduğu gibi- direnebileceğini, özetle, İslâm’ın yeniden tarihe girdiğini görüyorlar.

O yüzden, Soğuk Savaş’ın sona erdirilmesinden sonra, 1989’dan itibaren İslâm’ı küresel tehdit olarak ilan ettiler ve bütün askerî, siyasî ve kültürel stratejilerini İslâm dünyasının İslâm’dan uzaklaştırılması ekseninde belirlediler.

İslam’la Savaşın İki Temel Stratejisi

Küresel sistem yaklaşık yarım asra yakın bir süredir İslâm’la savaşıyor. Bunun için temelde iki yönteme başvuruyor. Birincisi İslâm’ı terörle özdeşleştirmeye çalışmak. Böylelikle, İslâm dünyasını fiilen işgal edebilecek sözümona “terörle savaş” bahanesiyle bir gerekçe geliştirmek. Doğrusunu söylemek gerekirse, kısa ve orta vadede, küresel sistem, bu konuda bir hayli mesafe katetti: Irak’ı, Afganistan’ı terörle savaş bahanesiyle işgal etti ve Irak’a, Ortadoğu’yu; Afganistan’a da Kafkaslar ve İç Asya’yı kontrol altına alabilmek için yerleşti. İkinci strateji, İslâm’ı protestanlaştırma projesi. Bu konuda da küresel sistem bir hayli mesafe katetti. İslâm’ı sekülerleştirme, dolayısıyla bireysel alana hapsetme, kamusal hayattan (siyaset, düşünce, sanat ve kültür hayatından) uzaklaştırma konusunda çok büyük ve yıkıcı adımlar atıldı.

Adeviye Direnişi:İslam Baharının Ayak Sesleri…

Ancak bu iki stratejinin de, sadece panik psikolojisiyle geliştirilmesi, bunların geri tepmesiyle sonuçlandı. Sözgelişi, 2001 11 Eylül tezgâhı, Müslüman toplumların hızla daha fazla İslâmîleşmelerine yol açtı: İslâm dünyasında bütün entelektüel, siyasî, kültürel ve sosyal İslâmî söylemlerin en güçlü söylemler hâline gelmesiyle sonuçlandı.

Sanıldığının aksine Arap Baharı olarak başlayan süreç, İslâmî bir dalganın eseri değildi. Sadece önplan’a, görünen’e, son tablo’ya, yani parça’ya bakarsak, Arap Baharı’nın İslâmî bir özgürleşme hareketi olduğu izlenimi ediniriz.

Ama bir de burada kısaca özetlediğim arkaplan / bütün açısından bakıldığında, meselâ Tahrir’de başlayan ilk başkaldırılan, İslâmî değil, sadece diktatörlüklerden kurtulma kaygısıyla başlatılan, esas itibariyle seküler bir başkaldırı olduğunu, asıl hedefin sadece diktatörlüklerden kurtulmak olduğunu, İslâmî bir sıçrama olmadığını görebiliriz.

Şunu görmekte zorlanıyor Müslümanlar: Arap Baharı olarak başlayan süreç, Müslüman toplumları sekülerleştirme süreciydi. Ancak gelişmelerin beklendiği şekilde değil, İslâmî bir gelecek kurma yönünde geliştiği görülünce, önce Suriye’de böyle bir “devrim”in önü kesildi. Sonra Mısır’da darbe yapıldı.

Meseleye bir bütün olarak baktığımızda şunu net bir şekilde görebiliriz diye düşünüyorum: Eğer Mısır’da darbe olmasaydı, Mısır, hızla sekülerleşme ve mevcut İslâmî duyarlılıklarını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktı.

Mısır’da ilk defa seçimle işbaşına gelen devletbaşkanı Mursi’nin darbeyle gönderilmesi, hem İslâmî duyarlıklar ve söylemler ekseninde asıl Arap Baharı’nın Rabiatü’l-Adeviye Meydanı’nda toplanan Müslümanların hem Temmuz’un başından itibaren her gün tarihin akışını değiştirecek gösteriler yapmalarıyla başladı; hem de bu gösteriler, Batılıların dertlerinin demokrasi, özgürlükler ve hukukun üstünlüğü filan olmadığını ilk kez bu kadar açık ve net bir şekilde bütün dünyaya gösterdi.

Asıl Arap Baharı, 2011’de Tunus’ta başlamadı. 2011’deki hadiselerde seküler-kapitalist küresel sisteme karşı bir başkaldırı hareketi ve söylemi yoktu kesinlikle. Ayrıca 2011’deki hareketlerin omurgasında sadece diktatörlüklerden kurtulma gibi içi-boş ve ayartıcı söylem hâkimdi. İslâmî bir söylem, vaad ve gelecek tasavvuru ve söylemi yoktu.

Üçüncü Medeniyet Dalgasının Eşiğinde

O yüzden asıl Arap Baharı, Temmuz darbesinden itibaren Rabiatü’l-Adeviye Meydanı’ndaki bugüne kadar her gün aynı şuur, direnç ve iradeyle tekrarlanan büyük gösterilerle birlikte başladı.

Rabiatü’l-Adeviye Meydanı’nda başlayan direniş, İslâm dünyasının zorlu diriliş yolculuğunun, gerçek İslâm baharı’nın başlangıç noktası olarak tarihteki yerini çoktan aldı ve duran, durdurulan İslâm tarihini de, dünya tarihini de başlattı.

Özetle, Rabiatü’l-Adeviye direnişi, İslâm baharının gelişinin habercisi bir başlangıç noktasıdır. Özelde Mısır’daki, genelde ise Arap ve İslâm dünyasındaki Müslümanlar ilk defa Rabiatü’l-Adeviye’deki direnişle, üçüncü medeniyet dalgasının fitilini çaktılar, İslâmî bir geleceğin mücadelesini vermeye başladılar.

Öte yandan bu direnişin maruz kaldığı katliamlar, 2011’deki Arap Baharı’nı destekleyen Batılı ülkelerce kınanmadı bile. Böylelikle, Adeviye Meydanı direnişi, Batılıların gerçek niyetlerinin, İslâm dünyasının gerçek anlamda özgürleşmesine ve dolayısıyla özgürleşmenin motorunu, ruhunu, anakaynağını teşkil edecek İslâmî bir gelecek ve medeniyet fikri ve ümmet şuuru ekseninde toparlanmasına aslâ gözyummayacakları gerçeğini bütün çıplaklığıyla gün ışığına çıkardı.

İslâm baharının fitili Adeviye’de çakıldı. Bu baharın çiçek açabilmesi, filizlenebilmesi ve uzun vadede yaza dönüşebilmesi için, önce yaşanan ikinci medeniyet buhranının çok iyi tahlil edilmesi, ardından da köklü ve derinlikli bir medeniyet fikrinin ve fikriyatının geliştirebilmesi gibi zorlu ve çileli yolculuk bekliyor İslâm dünyasını.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir